Sofokles’in
Kral Oedipus tragedyasını neredeyse
bilmeyen yoktur. Freud, psikanalitik açıdan ete kemiğe büründürdüğü ve daha
sonra “Oedipus Kompleksi” olarak psikoloji literatürüne kazandırdığı kavramı bu
tragedyadan oluşturmuştur. Freud’a göre “Oidipus Kompleksi”nde baba bir
engeldir ve iğdiş edilme korkusu taşıyan ergen için mutlak surette ortadan
kaldırılması gerekir. Bunun iki anlamı olabilir; oğul, babadan iktidarını
devralacak tek haleftir ve bu iktidar devri bir an önce gerçekleşmelidir. Erkek
çocuğunun anneye yaklaşımı da bütün bu paradoksun en can alıcı noktasını
oluşturur; kimin mutlak şekilde anneye hâkim olacağı, iktidarın gerçek sahibini
de belirleyecektir.
Yirminci
yüzyılda, birçok edebiyatçı tarafından sıkça kullanılan bir imge olan baba
katilliğinin belki de en güzel örneğini Karamazov
Kardeşler’de görürüz. Aslında kitapta, baba oğul arasındaki gerilimi,
İvan’ın babasının ölümünü arzulaması olarak okumak daha sağlıklı olur. Bu olgu
ile ilgili olarak Freud’un, Karamazov Kardeşler için kaleme aldığı ve
baba katilliği üzerine duran psikanalitik çözümlemesi oldukça ilginçtir. Bu
çözümleme aynı zamanda “Oidipus Kompleksi”nin nereye kadar varabileceğini de
gösterir. Babasını öldüren oğul imgesi üzerine duran antik söylence, Sigmund
Freud’da “karşı cins ebeveyne olan ilgi ”, Jacguas Lacan’da “simgesel yasa,”
gibi tanımsal yaklaşımlarla sıklıkla kullanılmıştır. Yazılan onca makale,
roman, öykü ve şiire bakınca “baba düşmanlığı" anlaşılır bir mevzu olarak
hep bir kenarda durur. Asıl soru bu kadim ve kökleri çok derinlerde düşmanlığı
tersinden deneyimlemenin mümkün olup olamayacağıdır: Oğul katilliği.
Babanın
oğlunu öldürmek istemesi ya da ölümünü arzulaması psikoz mu, nevroz mu,
şizofreni mi yoksa psikopatolojisi başka nedene dayanan bir hastalık mı
kestirmek güç. Bunun için şu da söylenebilir belki; sağlıklı insanlarda da
görülebilir. Bu tip durumları psikolojik birtakım nedenlere dayandırmak,
hastalık olarak görmek konuyu fazla hafife almak olabileceği gibi sağlıklı ve
istemli bir davranış olduğu yönünde kanaat geliştirmek de işleri oldukça
karmaşıklaştırabilir. Bunun hastalık olmadığını düşünerek bir metin kaleme
almak, ortaya oldukça ilginç bir metnin ortaya çıkmasına neden olur. David
Vann’ın Bir İntihar Efsanesi[1]
isimli kitabındaki Sukkwan Adası
isimli uzun öykü, tam da bu doğrultuda kurgulanmıştır.
Sukkwan Adası,
arkaik yapısında bir mitosun yer aldığı, baba ve oğula dair oldukça sert bir
öykü. Öykü, babanın zihninden ve geriye dönüşlerle bir ailenin geçmişine adım
adım yapılan yolculuklar bütünü olarak da okunabilir. Oğluyla aralarındaki
ilişkisinde doğru gitmeyen bir şeyleri fark eden baba, eski eşinden izin alıp
oğlunu Sukkwan Adasına getirir. Öykü, bir baba ile oğulun arasında tam da
olması gerektiği şekilde başlar; baba bir masal anlatır oğluna, oğul da merakla
dinler. Akabinde işler hiç de arzu edilen şekilde gelişmez, her gece babasının hıçkırıklarıyla
uyanan oğul (Roy), babasının (Jim) ağlamalarına bir anlam veremez önce,
ardından aralarında yaşanan bir takım “sessiz” olaylar onları içinden çıkılmaz
bir ruh halinin içerisine hapseder.
Roy çatı tonozuna bakıyor, yer döşemesi altında
sertleşiyordu. Düşünceler zihninde kayarken dalar gibi oldu nihayet, fakat yine
uyandı, çünkü babasının sessizce ağladığını fark etmişti, boğuk ağlama sesleri
geliyordu. Oda çok küçüktü, Roy duymamış gibi mi yapması gerektiğini bilemedi,
yine de öyle yaptı ve bir saat kadar daha uyanık yattı, babası hala ağlamayı
kesmemişti ama Roy’un gözünden uyku akıyordu. Babasını artık duymaz oldu ve
uyuyakaldı.
Roy’un
henüz ergen çağında olduğu düşünülürse eğer, zihninin birçok nevrozla örülmesi
anlaşılır olabilir. Fakat babanın durumunu bu şekilde izah etmek pek mümkün
görünmüyor. Babanın oğluyla kurduğu ilişkideki “temsili” rolü, iktidarını
kaybetmiş bir kişinin yaşadığı psikolojik savrulmalar olarak karşımıza çıkar.
Roy için her şeyin başlangıcı olan bu durumun baba için bir evveliyatı olduğunu
adım adım fark ederiz bu nedenle. Öncesinde, Roy’un merakla dinlediği masalın
bir yerinde şunları söyler baba:
Sonra insan geldi, dünyanın kenarlarına çömeldi; insan
kıllı, aptal ve zayıftı, insan çoğaldıkça çoğaldı, insan bekleye bekleye öyle çok,
öyle sapkın, öyle tehlikeli bir hale geldi ki, dünyanın kenarları eğilip
bükülmeye başladı. Dünyanın kenarları yavaş yavaş aşağı doğru kıvrılmaya
başladı; erkek, kadın, çocuk dünyanın üzerinde kalabilmek için birbirinin
tepesine biniyor, birbirinin sırtındaki tüylere asılıyordu.
Bu
sözlerden babanın kendi hikâyesine odaklandığı görülebilir; kastettiği dünya
zımni de olsa kendi dünyasıdır çünkü. Her ne kadar, insanın kökenine, evrimine
dair bir gönderme varsa da aslında baba kendi yıkılan dünyasından, ayakta
kalmanın zorluğundan bahseder. Öykünün ilerleyen bölümlerinde, babanın
kaybettiği savaşın tam da bu savaş olduğunu anlarız. Bu güçlü olanın ayakta
kaldığı doğal seçilimin (doğal
seleksiyon) ta kendisidir. Dolayısıyla bu noktada babanın içerisinde
bulunduğu ruh hali, “erkekliğini- iktidarını” yitirmiş bir adamın gerçekliği
olarak da okunabilir. Baba, boşandığı eşinin gözünde neyse, tam da kendini o
noktada konumlandırmıştır; o işe yaramaz biridir artık. Annemle evlendiğinde, her şey cehennemin dibini mi boyladı yani? Roy,
farkında olmadan babasının durumunu özetler. İşte tam da bu noktada babanın var
olma savaşı başlar, baba her şeyden önce yitirdiği iktidarını onarmak için bir
savaşa tutuşur. Fakat bunu yaparken bir başlangıç yapması icap eder ki bu
başlangıç da oğlundan başkası değildir.
Dolayısıyla baba, her fırsatta oğluna hayatın zorluklarıyla mücadele
etmekten bahseder, adaya gelişlerinin bir nedeni de budur. Ada doğaya dönüş,
kendini yeniden onarma, yalnızlık sembolü ve acımasız dünyanın insanı
sürüklediği çetin savaşın da bir karşılığıdır. Nitekim adadaki doğal yaşama
ilişkin çetin koşullar, hayatta kalmanın zorluğu olarak yorumlanabilecek
alegorik bir okumaya da imada bulunur. Baba, savaşını bu ada üzerinde verecek,
yitirdiği iktidarını tekrar kazanmaya çalışacaktır. Fromm’un, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri isimli
eserinde “Esrik Yıkıcılık” bölümü için kaleme aldığı sözler, sanki babanın
adaya neden geldiğinin bir özeti gibi duruyor.
Güçsüzlüğünün ve soyutlanmışlığının ayırdında olmaktan
acı çeken insan, kendinden geçme durumuna benzeyen bir esrime (“vecde gelme”)
durumu gerçekleştirerek varoluşsal yükünü omuzlarından atmaya, böylece de kendi
içinde birliğe ve doğayla birliğe yeniden ulaşmaya çabalayabilir.[2]
Böylelikle
gelecek kadar koca bir geçmiş de onarılacaktır. Hatırlanırsa “Oedipus
kompleksi”nde oğul, babasını öldürür ve onu iktidarından eder, kralın karısına
(annesine) sahip olur. Burada ise tam tersi olur. Baba bir yandan yitirdiği
iktidarını oğlu üzerinden geri kazanmaya çalışırken diğer taraftan kaybettiği
eşine yeniden kavuşmaya çalışır. Bu noktada şunu belirtmekte fayda var: Eski
eşi ya da sevgilisine kavuşmaktan kasıt onların üzerinde yitirdiği iktidarını
tekrar onarmaktır. Tanrı kadar güçlü olduğu zamana, erkini herkese
gösterebildiği geçmişe tekrar dönebilmektir amacı. Mutlak denetim arzusu,
Tanrısal bir buyruk gibi babayı içten içe zorlar oğluna karşı. Babanın oğlu
üzerinden bir güç hesaplaşmasına gitmesinin nedeni kendini ispatlamaktan başka
bir şey değildir o nedenle. Dolayısıyla metindeki geriye dönüşlerin aileye,
özellikle babanın eski eşine odaklı anlatılmasında bu durumun büyükçe payı
olduğunu söylemek olası. Hikâyenin bir bölümünde baba oğluna ironik bir dille
kadınlardan bahseder.
Bak, dedi babası. Erkek sadece kadının eklentisidir.
Kadın tek başına tamdır zaten ve erkeğe ihtiyacı yoktur. Ama erkeğin ona
ihtiyacı vardır. O yüzden kararları kadın verir. Fakat kuralların hiçbir anlamı
yoktur, çünkü kurallar durmadan değişir. Kurallara karar veren de yine kadındır
zaten.
Burada
söz konusu olan babadır, onun hayat içerisindeki yokluğudur aslında. Ne kadar
bir kadından bahsediliyorsa da, babanın asıl vurguladığı, erkeğin kadın olmadan
bir hiç olduğuna dair gerçek dışılığın anlamsızlığıdır. Bunu da devamında
oğluna söylediği sözlerinden anlarız; Kadınların
kurallarına öyle alışmışsın ki, anlamlı olduklarını sanıyorsun.
Baba
ve oğul arasındaki bu ilişki zaman geçtikçe birbirine zıt bir gerilimi de
beraberinde getirir. Baba, oğlunun yokluğu düşüncesi üzerinden kendini onarmaya
çalışırken, oğul, babası üzerinden bir kimlik bunalımı yaşamaya başlar. Adım
adım bir oğulun gözünden yitirilen bir babanın, bir çocuğun zihninde yarattığı
korkuyu ve travmayı görürüz. Baba oğlundan kaçar, oğul onu ısrarla takip eder.
Roy’un ergenliğe yeni girdiği düşünüldüğü vakit, babaya olan ilgisinin zıt
birtakım duygular üzerine kurulması anlaşılır gibi. Bir taraftan babayı izleme
telaşı, diğer taraftan onu kendisi için bir tehdit olarak görme korkusu. Aynı
şey baba için de geçerlidir, kâh oğlundan kurtulma telaşı kâh onu koruma
duygusu içi içe geçmeye başlar. Bundan
sonra olanlar anlatılamayacak kadar karmaşık. Bu karışık ruh hali her
ikisini de kontrolüne almaya başlar. Metnin devamındaki karşılıklı gerilim
birbirlerine olan mesafelerini olumsuz yönde açmaya başlar. Artık her şey
oldukça açıktır. Baba oğlundan kurtulmak istiyordur. Nitekim metnin neredeyse
her bölümünde bunun izlerine rastlarız. Adadaki kulübelerine saldıran ayıyı
bulup öldürmek için yirmi dört saati aşkın bir süre evden ayrılan baba
döndüğünde, sanki ayının tekrar kulübeye dönmesini arzuladığını hissettirir.
Belli ki baba, düşündüğü şeyi doğanın yıkıcı tabiatına, adanın acımasız
koşullarına bırakmak istemektedir. Tıpkı kendisinin elendiği gibi oğlunun da
benzer bir şekilde elenmesini istemektedir. Yine benzer bir durumu baba sisli
havada dener.
Roy babasına yetişmek, onu gözden kaybetmemek için
çabalıyordu. Bir an için bile gözden kaybedecek olursa, babasının sesini asla
duymaz, Roy kaybolur ve yolunu asla bulamazdı. Önünden giden siyah gölgeye
bakarken, uzun zamandır hissettiğinin bu olduğunu fark etti, babası onun önünde
giden hayalî bir varlık gibiydi, bir an için başka tarafa bakacak olsa, unutsa
ya da yeterince hızlı takip edemese veya onunla olmak için gayret göstermese,
babası ortadan kaybolacak gibiydi, onu orada tutan tek şey Roy’un gayretiydi
sanki. Roy gittikçe daha çok korkuyordu, yorulmuştu, artık devam edemeyeceğini
hissediyor ve kendisi için üzülüyordu, kendi kendine bu kaldıramayacağım kadar
ağır bir yük, diyordu.
Yukarıdaki
pasaj Roy için oldukça açıktır. Bu aynı zamanda babanın yapmak istediği şey
için, Roy’un rıza gösterdiği bir başlangıçtır. Oğul, babanın arzuladığı şeyin
ne olduğunu anlar, istemeden de olsa babanın bu kaotik ruh haline teslim olur.
Baskıcı yetkeye karşı başkaldırının imkansızlığını Erich Fromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri isimli
yapıtında şu sözlerle ifade eder: Bana
kalırsa, “Oedipus nefreti” nin yıkıcılığa katkısı, göreceli olarak azdır. Çocuk
babasının hakkından gelemediği için, ondan korkar. Özgül olarak, babasının onu,
küçük rakibini, hadım edeceğinden korkar. Bu “hadım edilme korkusu”, çocuğun
annesine duyduğu cinsel arzulardan vazgeçmesini sağlar.[3]
Babanın,
Roy ile konuşurken söylediği şu sözler onu kimsenin tutamayacağına dair bir
manifesto gibi okunabilir. Mesela ben
dinsizim ama aslında dine inanmaya ihtiyacım olduğunu düşündüm. Babanın bu
sözleri belki de İsmail ve İbrahim peygamberlerin kıssasına bir göndermedir.
Baba, Tanrı’nın İsmail’i kurtardığını bilir. Peki, tanrısız bir adamın elinden
kurban edilecek bir oğlu kim kurtarabilir? Belli ki baba da içten içe kendiyle
bir savaş halindedir. Tanrı tarafından kurtarılacak bir oğul aynı zamanda
kendisinin de kurtuluşu olabilir belki. Fakat işler babanın istediği gibi
gitmez, hatta oğlu ondan nefret etmeye başlar. Bu bile babanın vicdani açıdan
kayıtsızlığı için yeterli bir nedene dönüşebilir artık; Roy, Sadece ondan nefret
ediyor ve korkuyordu. Nitekim kısa bir süre sonra baba, elinde horozu
çekilmiş silahını oğlunun eline tutuşturur. Baba, silahını oğluna verip odadan
çıkmadan önce, telsizde eski sevgilisinin sözleri duyulur: Jim? dedi Rhoda telsizden. Bunu bana yapma, seni alçak herif. Roy
odada olduğu için baba rahat bir görüşme yapamaz, babasının sıkıntılı
davranışlarından odada olmaması gerektiğini anlar. Baba aniden telsizin
başından kalkar ve odayı terk eder. Roy elindeki silahla ne yapacağını bilemeyen
bir çaresizlikle odanın ortasında kalakalır. Sonrasındaysa babasının yaşadığı
bu travmatik durumdan kendini sorumlu tutar ve intihar eder. Roy’un ergenlik
çağında olduğunu biliriz, dolayısıyla içerisinde bulunduğu ruh hali, onun
kendini tanımadığını göstermesi açısından anlaşılır bir olgu olarak karşımızda
durduğu söylenebilir.
Baba,
içeriden gelen silah sesinin kayıtsızlığıyla yoluna devam eder. Roy’un geçirdiği değişimler olduğunu
bilemezdi, Roy’un geçirdiği değişimleri hiç anlamamıştı, şimdi hatırlayınca,
Roy’un aslında yıllardır hayatından çıkmış olduğunu anlıyordu. Düşünsel
açıdan yıllar önce yitirdiği oğlunu bir de fiziksel açıdan kaybetmiş, kurban
adanmış, bedel ödenmiştir. Bundan sonra yapılması gereken tek şey bu durumu
eski eşine izah etmek olacaktır. Baba iktidarını devralacak, tekrardan var
olacaktır. Oğlunun ölümünden suçluluk duymaya başlasa da, eski eşine ne
söyleyeceğine dair duyduğu kaygı daha çok öne çıkar. Gerçek olmayan bir güç
yitimi gerçek olmayan bir ölüme teslim olur. Her düşünce, her duygu, her kelime ve gördüğü her şey yapaydı sanki,
deforme olmuş oğlu bile. Önünde ölü yatan oğlu bile yeterince gerçek değil
gibiydi.
Baba
oğlunun ölümünden sonra, psikopatolojik bir ruh haline bürünür, bir ölü sevici
gibi davranmaya başlar. Oğlu yaşarken göstermediği ihtimamı ölünce göstermeye
başlar. Adada uzunca bir süre oğlunun cesediyle dolaşır. Ceset çürümeye
başlamasına rağmen baba yanından ayırmaz. Gerçekliğin bu bulanık hali, babanın
şizofrenik gelgitleriyle garip bir yüz yıl karmaşasıyla birleşir sonunda.
Dağılmış bir aile, ölmüş bir oğul, çıldırmış bir baba, gerçekliğini yitirmiş
bir yüzyılın sonunda insanlara kalan tek miras olarak bir kenarda durur.
[1] Öyküden yapılacak alıntılar adı geçen kaynaktandır: David Vann, Bir İntihar Efsanesi, Çeviren: Esra Birkan, (İstanbul: Can Yayınları)
[2] Erich Fromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, Çeviren: Şükrü Alpagut, (İstanbul: Payel Yayınları) 2. Basım, cilt 2, sayfa. 15
[3]a.g.e. Sayfa: 120