Ölüm olgusu taşıdığı
anlam bakımından oldukça irkilticidir; “Hiç-ama hiç- bir zaman.” Ölümün insan
yaşamına sunduğu ilk antropolojik deneyim muhtemelen acı ve yastır. Kuşkusuz
yas denen olgu ölüme razı olma, onunla başa çıkmayı öğrenme, hafızayı bu acıyla
yaşamaya ikna etme, ölümü bir başlangıç olarak görüp geride kalanın kendisi
için yeni bir tarih yaratma ritüelidir. Birgül
Oğuz’un Hah kitabının ana izleği ne
kadar yas üzerine olsa da asıl çıkış noktası ölümdür. Ölüm olgusunun, kaybı
yaşayan kişinin ruh hali üzerindeki etkisi anlaşılmadan, yas denen olgunun ne
amaçla ritüelize edildiği anlaşılır olmaktan uzak olur kanımca. Öncelikle ölüm
denen muammanın, arkaik yapısında kendiyle beraber getirdiği yüzleşmeyi anlamak
gerektiği kanaatindeyim. “Ölüm olayı içini doldurur gözüktüğü yönelimsellikten
fazlasıdır, ondan taşar. Ve ölüm şaşırtıcı bir anlam içerir. Sanki yok olma
sadece yoklukla sınırlı olmayan bir anlamı gündeme getiriyordur,” çünkü.[1]
Hah’ta
ölüm, bir tür görünme ve gösterme biçiminde tezahür eder. Görünmedir, çünkü
ölenin ardından kalan kişinin kendisine odaklanıp yaşamı bu minvalde okumaya
çalışması, ısrarla kendiyle hesaplaşması bir görünme biçimidir. Görünme olduğu
kadar göstermedir de, öleni işaret eden göz, daima işaret ettiği ölümü bir
varlık metaforu olarak resmeder, sorunsallaştırır. Gösteren ve gösterilenin ya
da ölen kişinin ardında bıraktıklarıyla kalanın yakınlaşması, hesaplaşması,
hatta ölene doğru bilişsel bir yönelimin ortaya çıkmasını bu olgu üzerinden
okumanın doğru olacağı kanaatindeyim. Bu yönelim ve anımsamalar ise, kaybın
ardında bıraktığı nesnel şeylerdir. Bu nesnel eğilim, geride kalanın kendine
durmadan şu soruyu sormasına vesile olur;
“nasıl olurda ölmüş olabilir?” bu noktada ölüm ile beraber sorulan bir
takım sorular, kalanın hafızasında bir dizi anlamsal ilişkileri- çelişkileri de
beraberinde getirir; Ölen yalnızca ölmüş değildir çünkü. Ölümün kendisiyle
beraber getirdiği sonsuzluk imgelemi, sonlu olanın içerisinde kendini yaşatmaya
devam eder. Ölümün ele geçirdiği yaşantı, kalanın zihninde bir bilinmezliğin de
ortaya çıkmasına neden olur. Kalmak hem acı veren bir olgu alarak hem de bu
acının ötesinde bir anlam olarak bir kenarda durur hep. Bu noktada, Hah’ın ölüme dair ilk imgelemi, kalanın
hafızasında hem babanın atmaması gereken adımı olarak, hem de kalanın kayıpla
deneyimlediği bir geçmiş olarak nesnellik kazanır:
“Ne var ki babanın son
adımıyla bir önceki adımı arasında aşılmaz bir mesafe vardı. Karanlığa dağılan
koyu bir sis, zamanı zaman olmaktan çıkaran o ölçüsüz ve alelade adımı
okunaksızlaştırıyor, dünyanın izinden siliyordu.” Ölümle ilk tanışma, nesnellik kazanmadan
anlaşılır olmaktan uzaktır. Bu dünyevileştirme hali, ölümü nesnel kılma çabası,
kalan için anlamaya çalışmanın ilk adımıdır denebilir. Tam da bu noktada ölüm, önüne geçilemez doğal bir
zorunluluk, bir yadsıma olarak değil bir kabulleniş olarak karşımıza çıkar; “yaprak
fırtınası mıydı, bir kuzgun mu havalandı. Baktım, dört kürek. Beni, baktım,
kazımışlar. Neydim ki ben artık, bir
neydim. Baktım, akasyasız bir gölge. Baktım, yer kabukta bir sıyrık. Derken,
dört kişiydi, omuzlamış ben gölge öldüsünü. Sonra bakmamışım. Ben gül.”
Fakat
bu durum kalan için bir anlam olduğu kadar anlamsızlıktır da. Çünkü dünyevi olan her şey için, kontrol
edilebilir bir duygu daima vardır. Babanın atacağı adım engellenebilir mesela. Bu
durum olan bitenden kendini sorumlu tutma duygusunu da beraberinde getirir. Ölümü
kabulleniş tam da bu nokta da oldukça meşakkatli gelir kaybedene. Bunu sağaltabilmenin, bu çelişik duygularla
baş edebilmenin tek bir yolu vardır o da yastır.
Yasın kökenine dair
imgesel arayış, Freud’un bir çocuğun oyun icad edişine dair izahına benzer bir
yoruma götürür bizi. Haz elde etme edimi olarak tanımladığı durum pekâlâ kaybın
(babanın) ardından bir yetişkinin acısını sağaltabilmesi için icat ettiği bir
oyun olarak da algılanabilir. Freud, bir buçuk yaşındaki bir çocuğun icat
ettiği oyun hakkında şunları söyler: “Çocuğun, üzerine ip sarılı bir makarası
vardı. Örneğin onu ardından yerde sürükleyip arabacılık oynamak hiç aklına
gelmiyor, makarayı ipinden tutup büyük bir ustalıkla kenarı kumaş kaplı
beşiğinin altına atıyor, makara gözden kaybolunca o anlamlı ‘o-o-o-o’ nidasını
çıkarıyordu. Sonra yine ipten tutarak makarayı yatağın altından çekiyor ve
yeniden ortaya çıkışını neşeli bir ‘da’ (işte burada) ile selamlıyordu. O halde
oyunun tamamı böyleydi, ortadan kaybolma ve geri gelme.”[2]
Yukarıdaki pasaj için
Jonathan Lear şu yorumu yapar; “sanırım burada Freud’un bu psişik gelişimin
tarih öncesini incelemekte olduğunu görebiliriz. Oyunu başlatan, yaşamın
dokusunda bir yırtıktır. Oyun devreye girdikten sonradır ki çocuk kayıp ve
yokluk kavramına sahip olmaya başlayacaktır. Ancak oyun yerleştiğinde kayıp
onun için bir kayıp olacaktır. Oyunun sonucu, aksi halde isimsiz bir travma
olacak, olanı bir kayba dönüştürecektir.”[3]
Lear’ın bahsetiği
yırtık (defekt), Hah’ta ölüm olarak
karşımıza çıkar. Psişik açıdan bir çocuğun oyun ile kurduğu ve anne babasının
dönüşlerini sembolize eden durumun benzerini “yas” edimiyle yapıldığını görürüz.
Nitekim bir çocuğun kabul etmek durumunda kaldığı çaresizliği, onu oyun icat
etmeye mecbur kılarken, bu çaresiz duygunun benzerini yetişkinlerde bir takım
ritüellerde görürüz: cenaze merasimleri, görkemli törenler, kurulan yas evleri…
Bunların hepsi kaybeden kişinin acılarının sağaltımı için uydurulmuş oyunlar
değil de nedir? Ölümle tanışan bir yetişkinin icat ettiği ilk oyun psişik
açıdan bunun üstesinden gelmeye çalışmak olacaktır. Dolayısıyla yas denen
toplumsal olgu, bir ritüel olduğu kadar oyun, rahatlama aracı, acıyla baş etme
olarak okunabileceği gibi, pekala da bu sonsuz acıya teslim olma olarak da
okunabilir.
Freud’un, bir çocuğun
oyun icat edişine dair yorumu, Hah’ta
babanın kaybıyla gelen durumun bir benzerine işaret ediyor adeta. Yası tutan
kişi sürekli babanın zihnine odaklanarak, oyun icat etmeye başlar; babanın
devrimciliği, babanın gidişi, babanın varlığı, sürekli bir çocukluk imgeleminin
parçası kılınarak anlatıya dönüşür. Tam da bu noktada oyunda ölen kişinin
zamanı bir sonsuzluk- zamansızlık olarak karşılık bulurken, yasını tutan
kişinin zamanı bir adım sonra gelen
ölüm anına asılır, orada donup kalır: “Neydi akan, zaman mı mesafeler mi?”
Oyunun varlığı ise
babanın zamanına göre tekrar tekrar icad edilerek devam eder- ettirilir.
Yukarıda da belirttiğim
gibi yitirilen baba, nesnel bir takım şeylerle özdeş kılınır. Bir tür yokluğun
acısıyla başa çıkma olarak da tezahür eden bu duygu, gittikçe daha bir görünür
kılar kendini; “Akşam kapıya dayandığında. Tak tak, gözkapaklarımdaki tozu
silkeleyip kim o? derdim. O zaman kapıdan baba girerdi. Dünyanın uğultusu
girerdi. Kapkara ve kocaman türbinlerin uğultusu, asitli sıvıların fokurtusu,
eğe ve çekicin sesi, yanmış yağ ve polyesterin kokusu girerdi. Ayaklarını
sürüyerek girerdi. Tanıyarak büyürdüm. Sofraya tuzkarabiberekmek götürürdüm.”
Ölüm anıyla başlayan
psişik baskı, anlatıcının kurtulmak için daha çok eskiye- ölenin geçmişine
gitmesine vesile olur. Sanki her yüzleşme, yaşanan her an tekrar yaşanırsa, acı
bir nebze de olsa hafifleyecek, çekilen onca sıkıntı ortadan kalkacak, yas
anlamına ulaşacaktır. “Hani sanki ben
bin yıllardır bu işi yapıyor muşum, ölümden de yastan da eskiymişim, her şeyin,
herkesin ama hepsinin tedarikçisi, refakatçisi, çaycısı, ağlayıcısı benmişim,
ben bu taze mezardan yayılan kokunun bilicisi, ta kendisi, en eskisi
benmişim.” Yas ile beraber kalanın zihnini
baskılayan psişik durum bir nebzede olsa hafifleyecektir böylece. Yasın bu
şekilde kabulü, geride kalan için bir yasadır artık; “çünkü onlar annelerini
erken, babalarını ölümlerine yakın seviyor. Onlar en çok bunu biliyor.
Babalarsa sevilmeye gelmiyor. Babalar bir kere sevildi mi hemen kısalıp ölüyor.
Buna önce yas, sonra yasa deniyor.”
Elias Canett’nin
Kurtarılmış Dil isimli otobiyografisinde, babasının ölümüyle ilk nasıl
yüzleştiğini anlatır. “Yemek odamızdan bir pencere açıldı. Annem iyice dışarı
sarktı, beni Alan’la birlikte ağacın dibinde gördü ve haykırdı: ‘oğlum, sen
oyun oynuyorsun, baban öldü!’ bu sözleri sokağa doğru haykırdı, sesini giderek
yükselterek bağırmayı sürdürüyordu, onu içeri çekmeye çabaladılar, direniyordu,
onu gözden yitirinceye dek haykırışını duydum, uzun bir süre bağırışlarını
duydum. Onun bağırışları, Babamın ölümünü, benim içime itti, ve o andan beri
içimden asla çıkmadı.”[4]
Annenin bağırışları, o
trajik ana dair bir imge yaratır Canetti’nin hafızasında. Bir daha silinmeyecek
ve yasla özdeş olan bu imge, gerek yazınsal üretimi esnasında gerekse yaşamının
olmadık herhangi bir noktasında sürekli karşısına çıkar. Babanın, yaşamındaki
ağırlığı yıllar boyu üzerinden atamadığı bir melankoliyi de beraberine getirir.
Annenin pencereden
haykırdığı şey, gerçekliğin ötesindeki bir yanılsamadır çocuk için. Kayıp, bir çocuk için Freud’yen bir
bakışla yalnızca gitmek ve dönmek olarak tasavvur edilirken, bir yetişkin için
başka bir şeydir; acı. Bu aynı zamanda annenin, çocuğu yasaya boyun eğmeye
çağıran bir dayatmasıdır. Hah’ta bu durumun bir benzeriyle
karşılaşırız. Ama öncesinde yası tutanın yasayı koyana isyanı öne çıkar; “Sonra
bir de gözlerini göğe dikişleri var. Gözlerinin bir tuhaf hesap soruşu var.
Bunlar nasıl göz, takatimi içiyor. Ya hu! Tenhada
göz ne gezer. Ne var orada, o gökte, bin in cin kuzgun boz tilki aşkına ne
var? Uzaktan iplerle ağır ağır indirilen bir savaş arabası mı bu Allah?” bu
kızgınlık, bu reddediş, felsefik anlamda yasa koyanın bu yasayı koymayabilirdi
düşüncesinden kaynaklanır ki o da tanrının yasasının kabulünden başka bir şey
değildir. Karşı çıkılan yalnızca bu yasanın kötücül oluşu, geride bıraktığı
yıkıma dair kızgınlık, tanrının yasasına boyun eğmenin zorunlu ve yıkıcı ruh
halidir. Bir babanın ölümle biten yaşam serüvenidir yani. Bu noktada Hah’ta ölümle başa çıkma meselesi,
yasaya boyun eğme olarak tasavvur edildiğini söylemek yanlış olmaz herhalde. Tanrıyla
bir hesaplaşma olarak uç veren duygu gittikçe yerini adım adım bu duruma teslim
olmaya bırakır. Ölümle başlayan ve kalan kişinin içinde bir yıkıma dönüşen şey,
Lear’ın tabiriyle “yırtık” gittikçe oyun içinde bir tanrısal yakarışa dönüşür.
Tam da bu noktada kalanın ölüme boyun eğişine tanıklık ederiz. Yer yer kaygı
olarak da karşımıza çıkan bu durum, anlatıcı sesin zihninde, tanrısal bir boyun
eğiş olarak tezahür eden duygudur.
Paul Ricoeur, üç boyut
zamansallığın varlığını Augustinus’a borçlu olduğumuzu söyler. “Geçmiş,
şimdiki, gelecek. Geçmişin şimdisi hafıza, şimdinin şimdisi görü, geleceğin
şimdisi ise beklentidir.”[5] Hah’ın zamanı için, anlatıcının zihnine
odaklanmış şimdiden başka bir şey
değildir. Fakat bu noktada özellikle üzerinde durulması gereken şimdideki gelecektir. Hah’taki Beklenti de budur denebilir; Tanrı’sal yasaya boyun eğme, geleceğin
beklentisinin karşılanması için
atılmış önemli bir adımdır. Nitekim
Tanrı’nın hafızadaki varlığı unutuşunda kapılarını açar. “Böyle oluyor: çocuk
tüfeği eline alıyor. Namlunun ucunda; okunaksız bir baba. Sonra korkunç şeyler oluyor. Kırık cıncık ve leke. Saçma ve
kül. Ve bir de bakmışsın, baba gökte soluk bir amblem. Tedavülden kalkmış
delikli para.”
Üç boyut zamansallıktan
kendine bir tarih inşa eden anlatıcının zihni, gittikçe ölümün dinmeyen ağrısı
nedeniyle yerini tanrının yasasına bırakır, ardından da geride kalan, unutmak
için hatırlanır olanı bir oyun bahçesine dönüştürür. “Artık biliyordu nereye
gitmeyeceğini, ensesinde şaşmaz bir saat tıkırdıyordu; Beş. Dört. Üç. İskeleye,
iyi günler! İyi günler! Tik tak, geri dönüşsüz.” Belki de teslim olma halini en
iyi ifade eden pasaj budur. Anlatıcıyı şimdide, fakat geçmişin değiştirilemez
olduğunu söylerken görürüz. Bu durum geçmişe sadakat, onunla uzlaşmadır. Artık
diye başlayan cümle, zamansal bir belirlenimdir. Öncesi değiştirilemeyen,
sonraya bırakılan bir zamandır yani.
“Yaşam, ölüyü reddeden
ve onu yarıda kesen bir atılımdan başka bir şey olamaz. Yaşam ve ölümün,
olmanın ve görünmenin ötesinde temsil edilebilir, olmayanı belirtmek şöyle
dursun, “ölüm” böylece en üst derecede temsil edilebilir olanın düzenini
belirtecektir.”[6]
Hah’taki
öyküler yakından incelendiğinde, temsil edilebilir olanın ölümden çıkıp daha
bir anlam kazandığı görülecektir. Ölüm, Yas ve son olarak da yasanın ortaya
çıkmasıyla beraber temsil edilebilir olanın, Freud’un tabiriyle oyun olduğu
yorumu rahatlıkla yapılabilir. Temsil edilebilir olanın dayandığı metaforik
yapı ölümden sonra kalanın imgeleminden metne yansıyanlardır. Ölüm bir
gerçeklik olduğu kadar, kalanın zihninin
unutmaya odaklanması ve son olarak da tekrar oluşması aşamalarıdır. Hafızanın,
gidenin ardından yeniden icadı bir mümkün olma duygusunu da beraberinde getirir
ki bu da ölüm imgesinin varlığıyla yaşamı kutsayan gerçekliktir denebilir.
[1] Emmanuel Levinas, Ölüm ve zaman, Çev.Nami Başer, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları), S.18
[2] Freud, Beyonce the Pleasure Principle, SE 14-5. Aktaran; Jonathan Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yaşamın Arta Kalanı, Çev. Banu Büyükkal, (İstanbul: Metis Yayınları) S. 85
[3] Jonathan Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yaşamın Arta Kalanı, Çev. Banu Büyükkal, (İstanbul: Metis Yayınları), S. 85-86
[4] Elias Canetti, “Kurtarılmış Dil,” Bir Gençliğin Öyküsü, Çev. Şemsa Yeğin, (İstanbul: Payel Yayınları), S. 79
[5] Paul Ricoeur, Hafıza, Tarih, Unutuş, Çev. M.Emin Özcan, (İstanbul: Metis Yayınları), S. 394
[6] Juan Manuel Gariddo, Yaşam ve Ölü, Çev. Sevgican Toy, (Jean- Luc Nancy ile karşılaşmalar, MonoKL dergisi özel sayısı), S. 188